Ignacio Ramonet
Çevirenler: Yasemin G. İnceoğlu - Nurdan Akıner - Utku Uraz Aydın
Medya,
toplumlarımızın demokratik yapıları içinde iktidarın kötüye kullanılmasına karşı yurttaşların bir
başvuru merci olmuştur. Gerçekten de üç geleneksel kuvvet olan yasama, yürütme ve yargının şaşırması,
yanılması, hata yapması mümkündür.
Şüphesiz, söz konusu duruma siyasi iktidarın, insan haklarını
ayaklar altına alan ve özgürlüklere saldıran politikaların asıl sorumlusu olduğu otoriter ve diktatörlük
rejimlerinde çok daha sık rastlanır. Fakat kanunların demokratik oylamanın sonucu olduğu, hükümetlerin
genel oy yolu ile seçildiği ve adaletin hiç olmazsa teorik olarak yürütmeden bağımsız bulunduğu
demokratik ülkelerde bile iktidarın ciddi olarak kötüye kullanılmasının örnekleri vardır. Örneğin, masum
bir insan yanlışlıkla suçlanabilir (Fransa’nın kötü bir üne sahip Dreyfus davasında olduğu gibi);
parlamentolar, nüfusun bazı kesimlerine karşı ayırımcılık yapan yasalar çıkarabilirler (ABD’de yaşayan
Afro-Amerikalılara yüz yılı aşkındır uygulanan muamele, ya da son olarak ABD’nin (Patriotic Act)
Vatanseverlik Yasası’nın kapsamına giren Müslüman ülke kökenli insanların gördükleri davranış biçimleri
gibi); ve yönetimler toplumun belli bir kesimine zarar veren politikaları üretme çabası içine
girebilirler (pek çok Avrupa ülkesindeki “evraksız” kaçak göçmenler sorununda olduğu gibi).
Böylesi bir demokratik çerçevede medya ve gazeteciler, bu hak ihlallerini ifşa etmesi, temel görevleri olarak görmüşlerdir. Kimi zaman da bunun bedelini ağır ödediler -saldırıya uğradılar, cinayete kurban gittiler ya da birden bire ortadan kayboluverdiler; bu durum Kolombiya, Guatemala, Türkiye, Pakistan, Filipinler ve dünyanın başka yerlerinde hala devam ediyor. İşte bu nedenle, Edmund Burke’un deyimiyle, gazetecilikten “Dördüncü Kuvvet” olarak söz edilir. Toplumsal sorumluluk sahibi medya ve yürekli bağımsız gazetecilerin cesaretleri sayesinde, bu “dördüncü kuvvet” masum insanların aleyhine verilen adil olmayan, haksız, yasa dışı hatta cinai kararlara demokratik biçimde karşı koymak, bunları eleştirmek ve iptal ettirmek için yurttaşların başvurduğu araç oldu. Çoğu kez söylendiği gibi, sessizlerin sesi oldu.
Son on beş yıldır liberal küreselleşmenin ivme kazanmasıyla birlikte, dördüncü kuvvet bu potansiyelinden mahrum bırakıldı ve karşı-güç olma işlevini yavaş yavaş kaybetti. Bu durum, küreselleşmenin işleyişine yakından baktığınızda çarpıcı bir biçimde gözle görülebiliyor. Sadece endüstriyel değil, ama aynı zamanda spekülasyona dayalı mali nitelikli yeni bir tip kapitalizm son zamanlarda yükselişe geçti. Bizler, küreselleşmenin bu evresinde piyasa ve devlet, kamu hizmeti ve özel sektör, birey ve toplum, kişisel-olan ve kolektif-olan, bencillik ve dayanışma arasında sert bir çatışmaya tanıklık ediyoruz.
Bundan böyle gerçek güç, dünya meselelerindeki ağırlığı hükümetlerin ve devletlerinkinden kimi kez daha önemli görünen bir kısım küresel holdingin ve ekonomik grubun ellerinde. Bunlar, Dünya Ekonomik Forumu çerçevesinde her yıl Davos’ta toplanan ve küreselleştirici büyük Üçlü’nün –Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü- politikalarına zemin hazırlayan “dünyanın yeni efendileri”dir.
Bu jeo-ekonomik çerçeve kapsamında kitle iletişiminin endüstriyel dokusunun can damarında köklü bir dönüşüm yaşandı. Kitle iletişim araçları, dünya çapında iş yapan medya grupları yaratmak üzere giderek büyüyen yapılar içinde bir araya geliyorlar. News Corps, Viacom, AOL Time Warner, General Electric, Microsoft, Bertelsmann, United Global Com, Disney, Telefonica, RTL Group ve France Telecom gibi dev işletmeler, teknolojik devrimler sayesinde, artık yeni yayılma olanaklarına sahipler. “Dijital devrim”, iletişimin üç geleneksel biçimini (ses, yazı ve görüntü) önceleri birbirinden ayıran sınırları paramparça etti ve internetin yaratılmasına ve büyüyerek hızla yayılmasına olanak sağladı. Kendini ifade etme, bilgiye erişim ve eğlence aracı olan internet iletişimin dördüncü biçimi olmaya başladı.
Bunun sonucu olarak, medya şirketleri klasik medyanın (basın, radyo, televizyon) yanı sıra, kitle kültürü, iletişim ve haber [enformasyon-ç.n.] alanlarının tüm etkinliklerini bünyelerinde toplamak üzere, “gruplar” oluşturma eğilimine girdiler. Önceleri bu üç alan özerkti: bir tarafta ticari mantığı, popüler yaratımları ve öncelikli ticari amaçları ile kitle kültürü; diğer tarata iletişim (reklamcılık anlamında), pazarlama, propaganda, ikna retoriği; ve nihayet haber ajansları, radyo ve televizyonda yayınlanan haber bültenleri, basını, aralıksız yayın yapan haber kanallarıyla, kısacası tüm gazetecilik dünyasıyla birlikte enformasyon.
Önceleri bu denli farklı olan kitle kültürü, iletişim ve enformasyon, onları birbirinden ayırt etmeyi gittikçe zorlaştıracak biçimde tek bir devasa alanda entegre olmaya başladı (1). Ve bu dev medya şirketleri, bu zincir halinde sembol üreticileri, televizyonu, animasyonu, sinemayı, video oyunlarını, CD’leri, DVD’leri, yayımcılığı, Disneyland tipi temalı parkları ve spor olaylarını da kapsayacak şekilde mesajlarını büyük bir çeşitlilik içinde dağıtıyorlar.
Bir diğer ifadeyle, artık medya grupları iki yeni karakteristiğe sahiptir: birincisi, yazılı, görüntülü, sesli olan her şeyle ilgileniyor ve çok çeşitli araçlarla bunları yayıyorlar (yazılı basın, karasal radyo ve televizyon, kablo veya uydu, internet ve her türlü sayısal ağ aracılığıyla). İkinci karakteristik: bu gruplar yalnızca ulusal veya yerel değil, dünyasaldır, küreseldir.
1940 yılında çekilen “Yurttaş Kane” isimli film, Orson Welles’in 20. yüzyılın başlarında gazete patronu olan William Randolph Hearst’ın öyküsünü model alarak, bir Amerikan basın baronunun elinde bulundurduğu süper güçten ötürü elde ettiği statüye yaklaşımını anlatıyordu. Fakat bugünün standartlarına şöyle bir göz attığımızda Kane’in o zamanlarda elinde bulundurduğu güç, çok zayıf kalıyor. Mega-güç sahibi şirketleşmiş medya devleriyle karşılaştırıldığında, tek bir ülkede sınırlı sayıda gazetenin sahipliği, Kane’i yutulmaya hazır küçük bir lokma kılıyor(2).
Günümüzün modern hiper-şirketleri, yoğunlaşma mekanizmalarıyla, her kıtanın pek çok farklı ülkesindeki çeşitli medya sektörlerini ele geçiriyorlar, böylece ekonomik ağırlıkları ve ideolojik önemleri sayesinde liberal küreselleşmenin merkezi aktörleri haline geliyorlar. İletişim sektörü -bilgi teknolojisini, elektroniği ve telefoniği de içine alacak şekilde genişlemiş durumda-, zamanımızın ağır endüstrisi haline geldi. Bu büyük gruplar, durmaksızın yeni şirketleri ele geçirerek boyutlarını arttırma peşindeler. Üstelik monopol-duopol’ların oluşturulmasını engelleyen ve yoğunlaşmaları kısıtlayan yasaların ortadan kaldırılması için hükümetlere de baskı uyguluyorlar(3).
Dolayısıyla küreselleşme, aynı zamanda medyanın, iletişimin ve enformasyonun da küreselleşmesidir. Kendilerini diğer güçlere dalkavukluk yapmaya iten büyümelerini sürdürme kaygısıyla, bu gruplar, ne bir “dördüncü kuvvet” olmayı, ne hukukun kötüye kullanıldığı durumları ihbar etmeyi, ne de siyasi sistemi geliştirmek üzere demokrasinin işleyişindeki bozuklukları düzeltmeyi önlerine bir yurttaşlık hedefi olarak koyuyorlar. Artık bir “dördüncü kuvvet” olmayı, hele de bir karşı-güç olarak eylemeyi hiç istemiyorlar.
Gerektiğinde, bir “dördüncü kuvvet” oluşturabildikleri zaman da, bu diğer mevcut güçlere –siyasi ve ekonomik- katılarak, ek bir güç, medyatik bir güç olarak, yurttaşları ezmek içindir.
Artık, bizlere sorulan yurttaşlık sorusu şudur: nasıl tepki verilmeli? Kendini nasıl savunmalı? Silahlarıyla birlikte düşmana katılarak, bir ölçüde yurttaşlara ihanet eden bu yeni gücün saldırısına nasıl direnmeli?
Bir Yurttaş Kuvveti
Yanıt basit: bir “beşinci kuvvet” oluşturmalıyız. Bu yeni egemenler
koalisyonunun karşısına bir yurttaş kuvvetiyle çıkmamızı sağlayacak bir “beşinci kuvvet”. Liberal
küreselleşmenin suç ortakları ve yayıcıları olan büyük medya holdinglerinin süper-gücünü ifşa etme
işlevine sahip olacak bir “beşinci kuvvet”. Bazı durumlarda bu medya yalnızca yurttaşları korumamakla
kalmayıp, onlara karşı da hareket etmektedir, tıpkı Venezuela’da olduğu gibi. Siyasi muhalefetin özgür,
çoğulcu ve demokratik seçimler sonunda 1998’de iktidardan düşürüldüğü bu Latin Amerika ülkesinde başlıca
basın, radyo ve TV kuruluşları Başkan Hugo Chavez’in meşruluğuna karşı tam bir medyatik savaş
başlatmıştır (4). Başkan Chavez ve hükümeti demokrasinin kurallarına saygı gösterirken, bir grup
ayrıcalıklının elindeki medya, kafaları zehirlemek için manipülasyona, yalana ve beyin-yıkamaya dayalı
tüm yöntemleri kullanmıştır (5). Bu ideolojik savaşta “dördüncü kuvvet” rolünü terk ederek,
Venezuela’nın devasa zenginliğinin daha adil bir dağılımına ve herhangi bir sosyal reform girişimine
karşı çıkarak, belirli bir tabakanın imtiyazlarını umutsuzca korumaya çalışmaktadırlar.
Venezuela, öfke dolu medya kuruluşlarının kurulu ekonomik düzenin “bekçi köpekleri” olma noktasındaki yeni işlevleri ile halk ve yurttaş karşıtı yeni bir güç olma statülerini açık bir biçimde kabul ettiği yeni uluslararası duruma örnek bir olaydır. Bu büyük grupların etkinlikleri medyatik güç ile sınırlı kalmamakta, onlar her şeyden önce küreselleşmenin ideolojik silahını oluşturmaktadırlar. Görevleri, halktan gelen talepleri bastırmanın yanı sıra mümkün olan yerlerde politik gücü elde etmektir: İtalya’nın en büyük medya kuruluşunun sahibi Silvio Berlusconi demokratik araçlar sayesinde bunun üstesinden gelmeyi başardı.
Venezuela’da Chavez’e karşı yürütülen medyanın kirli savaşı, 1970-1973 arasında Şili’de El Mercurio (6) gazetesinin, demokratik bir biçimde seçilmiş Salvador Allende yönetimine karşı bir darbe hareketini örgütlemesine tıpatıp benzemektedir. Medyanın demokrasiyi yıkmak amacıyla yürüttüğü bu kampanyalar ileride Ekvator, Brezilya ya da Arjantin’de sosyal hiyerarşiyi değiştirmek ve servet eşitsizliklerini iyileştirmek üzere yapılacak her türlü yasal reforma karşı tekrarlanabilir. Geleneksel oligarşi ve klasikGerici güçlere şimdi de medyanın gücü eklendi. Hep birlikte ifade özgürlüğü adına konuştuklarını iddia ederek, insanların büyük çoğunluğunun çıkarlarını savunan her programa saldırıyorlar. Bu, küreselleşmenin medya yüzüdür. Ve Liberal küreselleşme ideolojisini en açık, belirgin ve karikatürize biçimde ortaya koymaktadır. Günümüzde kitle iletişim araçları ve liberal küreselleşme birbirlerine sıkı biçimde bağlıdırlar. İşte bu nedenle yurttaşların, büyük medyadan daha etik bir yaklaşım, daha fazla gerçeğe bağlılık ve gazetecilerin grupların, şirketlerin ve onları istihdam eden patronların çıkarlarından çok, kendi vicdanlarına göre hareket etmelerini sağlayacak mesleki kurallara daha fazla saygı talep etmelerinin yollarını aramanın ivedi olduğuna inanıyoruz. Küreselleşmenin bize dayattığı bu yeni ideolojik savaşta medya bir mücadele silahı olarak kullanılıyor. Şimdilerde enformasyon, yaşadığı patlamadan, çoğalmadan ve aşırı bolluktan dolayı kesinlikle kirlenmiş, yalanlarla zehirlenmiş, söylenti, deformasyon, çarpıtma ve manipülasyonlarla pislenmiş durumda.
Burada olanlar daha önce gıda endüstrisinde de oldu. Oldukça uzun bir zaman yiyecek kıtlığı çekildi, üstelik dünyanın birçok bölgesinde aynı durum bugün de sürmekte. Özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da tarım teknolojisindeki devrimler sayesinde köyler bolca üretmeye başladığında, bizler yiyeceklerimizin böcek ilaçlarıyla kirletilmiş ve zehirlenmiş olduğunun, hastalıklara, enfeksiyonlara, kansere ve başka sağlık sorunlarına yol açtıklarının farkına vardık (Bu durum bazen de deli dana hastalığında olduğu gibi kitlesel paniklere yol açıyor). Kısacası, bir zamanlar insanlar açlıktan ölürken, şimdi de zehirli yiyecekler yiyerek ölüyorlar. Haber için de aynı şey söz konusu. Tarihte çok nadir olmuştur. Bugün hala, diktatörlüklerce idare edilen ülkelerde, güvenilir, kapsamlı ve kaliteli haber bulunmuyor. Ne var ki demokratik ülkelerde haber ve bilgi her yerden taşıyor, hatta bizi boğuyor. Yunan filozof Empedokles dünyanın dört elementten oluştuğunu -hava, su, toprak ve ateş- söylemişti. Bilgi o kadar bollaştı ki, küreselleşmiş dünyamızda artık neredeyse beşinci elemente dönüştü.
Ama aynı zamanda insanlar haberin de gıda gibi kirletildiğinin farkına varmaya başladılar. Haberler kafalarımızı zehirliyor, beyinlerimizi kirletiyor, bizi manipüle ediyor ve bize ait olmayan fikirleri bilinç altımıza yavaş yavaş işliyor. Bu nedenle şimdi yalan selinin içinden gerçek haberleri seçip çıkarmak için bir “haber ekolojisi” tasarlamaya gereksinimiz var. Bu durumun dehşetini bir kez daha Irak’ın işgali sırasında çok açık biçimde görebildik(7). Haberleri temizlemeye ihtiyacımız var: Bugün nasıl daha az zehirli “bio” yiyecek satın alabiliyorsak, bir çeşit “bio” haberlere de ulaşabilmeliyiz. Yurttaşlar, global grupların sahibi olduğu medyadan gerçeğe saygı göstermelerini istemek için harekete geçmeliler. Çünkü haber yalnız gerçeğin araştırılması ile ilgilendiği zaman meşru olur.
İşte bu yüzden Uluslararası Medya Gözlemevi’ni kurmayı önerdik(8). Bu kuruluş, büyük medyanın süper gücüne karşı koymak için insanlara barışçıl bir yurttaşlık silahı verecek. Bu, Brezilya’da, Porto Alegre’de gerçekleşen küresel toplumsal hareketin toplantısının bir sonucu olup, liberal küreselleşme saldırısının tam ortasında, dev iletişim endüstrisinin yeni küstahlığı karşısında tüm yurttaşların kaygısını ifade ediyor.
Büyük medya şirketleri, genel çıkarın aleyhine kendi özel çıkarlarını ayrıcalıklı kılıyor ve kendi özgürlüklerini, özgürlüklerin birincisi olarak görülen girişim özgürlüğü ile karıştırıyorlar. Fakat, girişim özgürlüğü yurttaşların, kesin ve doğrulanmış habere ulaşma hakkından önce gelemeyeceği gibi, yanlış haberlerin ve iftiraların bilinçli olarak yayınlanmasının özrü olarak da kabul edilemez. Basın özgürlüğü demokrasinin temeli olan ortak ifade özgürlüğünün uzantısından başka bir şey değildir. Biz bu özgürlüğün bir güçlüler topluluğu tarafından yok edilmesine göz yumamayız. Bu özgürlük bir “sosyal sorumluluk” gerektirmektedir ve dolayısıyla kullanımı, toplumun sorumlu denetimi altında olmalıdır. İşte buna inandığımız için Uluslararası Medya Gözlemevi’ni oluşturmayı önerdik, çünkü medya günümüzde bir karşı-gücü bulunmayan tek güçtür ve böylece demokrasiye zarar veren bir dengesizlik oluşmuştur.
Bu kuruluşun gücü her şeyden önce ahlaki düzeydedir: etiğe dayanarak kınamalarda bulunur ve hazırlayacağı, yayımlayacağı ve dağıtacağı rapor ve bilimsel çalışmalarla medyatik dürüstlük alanındaki yanlışları cezalandırır.
Uluslararası Medya Gözlemevi, büyük medya gruplarının aşırı gücü karşısında vazgeçilmez bir karşı-güç oluşturur. Buna ihtiyaç var çünkü bu gruplar haber ve bilgi bakımından, tek bir mantığı –piyasanınkini- ve tek bir ideolojiyi –neo-liberalizminkini- dayatıyorlar. Uluslararası Medya Gözlemevi, toplumun yüksek çıkarları ve yurttaşın düzgün bilgilendirilme hakkı adına, ortak bir sorumluluğu yerine getirmeyi arzuluyor. Kuruluş, aynı zamanda, son yıllarda “salgın”laşan medya manipülasyonlarına karşı toplumu uyarmayı da tasarlıyor.
Uluslararası Medya Gözlemevi, eşit haklara sahip üç tür üyelikten oluşacaktır:
1- Ana akım veya alternatif medyada halen çalışmakta olan veya emekli, profesyonel veya serbest gazeteciler,
2-Günümüzde üniversiteler piyasanın totaliter hırslarından kısmen de olsa korunmuş sayılı yerlerden biri olduğundan, akademisyenler ve araştırmacılar, özellikle de medya uzmanları,
3- Medya kullanıcıları, sıradan yurttaşlar ve ahlaki davranışlarıyla kamuya mal olmuş kişiler.
Zehirlenmemiş Bir Haber İçin
Medyayı düzenleyen mevcut sistemlerin hiçbiri tatmin edici değildir.
Haber kamuya ait olduğuna göre bunun kalitesi, çok kez sadece mesleki çıkarları gözeten gazetecilerden
oluşan kurumlarla güvence altına alınamaz. Medya kuruluşlarının davranış kuralları (eğer varsa)
sapmaları, bilgi gizlemeyi ve sansürleri önlemeye çoğunlukla pek uygun değildir. Davranış kurallarının
ve etiğin, akademisyenlerin önemli bir role sahip olduğu güvenilir, bağımsız, objektif ve adil bir yapı
tarafından tanımlanması ve savunulması hayati önem taşır.
1980’li ve 1990’lı yıllarda faydalı olan ombudsmanlar ya da medyatörler, günümüzde ticarileştirilmiş ve saygınlıklarını yitirmişlerdir. Onların işlevi çoğu kez, bir imaj kaygısıyla, medyanın itibarını yapay olarak güçlendirmek için şirketler tarafından araçsallaştırılmıştır.
İnsanın en değerli haklarından biri, düşünce ve fikirlerini özgür bir biçimde iletme hakkıdır. Hiçbir yasanın basın özgürlüğü ve konuşma özgürlüğünü keyfi bir şekilde sınırlamasına izin verilemez. Fakat bu özgürlük medya kuruluşları tarafından, ancak her yurttaşın kirletilmemiş habere ulaşma hakkı gibi eşit kutsallıktaki diğer hakların ihlal edilmemesi koşuluyla kullanılabilir. Medya kuruluşlarının ifade özgürlüğü koruması altında yanlış haberleri yaymalarına ya da ideolojik propaganda kampanyaları yönetmelerine izin verilmemelidir. Uluslararası Medya Gözlemevi, başlıca iletişim gruplarının sahiplerinin bağıra çağıra talep ettiği mutlak medya özgürlüğünün tüm yurttaşların özgürlüğünün aleyhine uygulanamayacağına inanıyor. Bu büyük şirketler, artık bir karşı-gücün doğduğunu ve ifade hakkının elinden alınmasına karşı savaşan ve kendisini küresel toplumsal hareketin bir parçası olarak gören herkesi kapsayacak nitelikte olduğunu bilmeliler.
Gazeteciler, akademisyenler, aktivistler, gazete okurları, radyo dinleyicileri, televizyon izleyicileri ve internet kullanıcıları, bir demokratik tartışma ve eylem silahı oluşturmak üzere hepsi bir araya geliyor. Küreselleşmeciler, 21. yüzyılın küresel şirketlerin yüzyılı olacağını ilan etmişti. Oysa Uluslararası Medya Gözlemevi bunun, iletişim ve bilginin nihayet tüm yurttaşlara ait olduğu bir yüzyıl olacağını iddia ediyor.
(1) La Tyrannie de la communication ve Propagandes silencieuses, Galilee, Paris, 1999 ve 2002.
(2) Silvio Berlusconi’nin İtalya’daki büyük medya şirketi Fininvest ve Fransa’daki Lagardere ve Dassault şirketler topluluğu örnekleri.
(3) Haziran 2003’te, Amerika’nın başlıca medya şirketlerinin baskısı altında, ABD’nin Federal İletişim Komisyonu (FCC-Federal Communications Commission) yoğunlaşmanın limitlerine esneklik getiren bir kararı onayladı: buna göre, bir şirketin ulusal izleyicinin %45’ine kadar hakim olmasına onay verildi (önceden bu oran %35’ti). Bazı çevreler, yüksek mahkeme tarafından ertelenen bu kararı, demokrasi için ciddi bir tehlike olarak görüyorlar. (4) “The perfect crime”, Le Monde diplomatique, English language edition, June 2002.
(5) Maurice Lemoine, “Venezuela’s press power”, English language edition, August 2002.
(6) La Tercera, Ultimas Noticias, La Segunda, Canal 13 gibi diğer medya kuruluşları da. Bkz. Patricio Tupper, Allende, la cible des medias chiliens et de la CIA(1970-1973), Editions de l’Amandier, Paris 2003.
(7) “State-sponsored lies”, Le Monde diplomatique, English language edition, June 2003. (8) 24 Eylül’de Paris-VIII Üniversitesi İletişim Bilimleri Profesörü Armand Mattelard başkanlığında kuruldu. Daha fazla bilgi için www.monde-diplomatique.fr/ofm .
Bu makale, Le Monde Diplomatique’in Ekim 2003 sayısında “Le Cinquième Pouvoir” adıyla yayımlanmıştır. Elinizdeki tercüme, makalenin Ed Emery tarafından İngilizce’ye “Set The Media Free” adıyla yapılan çevirisi temel alınarak, ve orijinal metinle karşılaştırılarak yapılmıştır.
Bu makale , Nisan 2004’de,Varlık Dergisi’nde yayımlanmıştır(ss.3-7).03.09.2004